Pages

6 Ağustos 2009 Perşembe

6 İnsan 1 Murat...ve Trabzon

Mor Pantolonlu Kıza … :p

-1-

Yağmurlu bir Pazar akşamı kendimi kantine zor atmıştım. Kuytu bir masa bulup oturdum, o gün kimseye karışmak istemiyordum. O an itibariyle yaşadığım şokun etkisi üzerimde camda süzülen yağmur damlaları gibi geziniyordu. Tüm yalnız kalmak istenilen zamanlarda olduğu gibi bugünde safi ben olamıyordum bir türlü, ki can sıkıntısıyla birilerini aradığın zaman bir türlü ortaya çıkmayan arkadaş grubu, bu gibi anlarda bir anda masamda peydah olabiliyorlardı… Ve arttıkça artıyor, gittikçe gürlüyorlardı… Bana ne olduğunu, neden böyle yüzüne lazer tutulan kedi gibi kitlenip kaldığımı sorup, dürtüp savuruyorlardı beni…

Bense ne bu yaşadıklarımı anlatacak kelimeleri ne de o kelimeleri arayacak gücü bulabiliyordum kendimde… Zaten biraz gücüm olsa bile asgari sayıda kullanabildiğim üç – beş harfle kurduğum kelimeler bu kitlenme anlarında pek bir anlamsız pek bir yavan kalabiliyordu, halizarında peltek olan bende ş’nin, ç’ nin, c ‘nin izlerine rastlanmıyor J’ nin esamesi bile okunmuyordu.

Saatler ilerledikçe konuşmam ve bana olanları anlatmam için olan ısrarda giderek artıyordu… Hem ben gözlerimi tavana dikmiş düşünürken, nasıl olsa fark etmiyorum diye saçlarıma sakladıkları kürdanlar, kalemler ve türlü renklerde tofita kâğıtları da bir hayli ağırlık yapmaya başlamıştı ki, sonunda saatlerdir bitişik duran dudaklarımı “plup” diye bir sesle araladıktan sonra “ size hayatımı tamamen değiştiren bu günü anlatacağım ama önce şu saçıma doladığınız mendilleri, tülbentleri alın, adak ağacı mıyım lan ben” diye fışkırdım bu çıldırmış üfürükçü hacı hocacı zihniyete…

Ve acı veren hikâyemi peltekçe dinlemeye başladı can dostları arkadaşlarım

………………………………………………………………………………………………….

-2-

Güne kadim dostum Vedat’la, bilgisayarda George Bush’un ayakkabıdan sincapvari bir hareketle kaçışını bir kez daha izleyerek neşe içinde başlamıştık arkadaşlar. Yaklaşık bir aydır bu videoyu izleyerek selamlıyorduk doğan güneşi. Günümüz bu sincapla bereketleniyordu…

Bugünün çok güzel olacağına inancımız tamdı, tanışacağımız yeni arkadaşlarımız için daha dün geceden spontane espri yapma provası bile yapmıştık… Her şey bugün ki yeni arkadaşlarımız içindi. Büyük bir mutlulukla otobüsün önünde hareket vaktinin gelmesini bekliyorduk. Çağıran bir şeyler vardı sanki bizi uzak şehirlerden…

Derken uzaklardan ağır ağır adımlarla gelen biri, O belirdi… Nasıl anlatsam bilemiyorum bu çocuğu gözüm hiç tutmamıştı. Uzaklardan da doğrudan bizim yanımıza doğru belirdi yani, git kardeşim başkasının yanına, ne yanaşıyorsun hemen benle Vedat’a… Neyse dostlarım isminin murat olduğunu sonradan arkadaşlardan öğrendim (sonradan öğrendim çünkü tanıştığımda ismini söylemesine rağmen dikkate almamıştım, çünkü benim yeni bir Murat’ a ihtiyacım yoktu, eldeki Muratlar dolup da taşıyordu bile ).

Ben bu Murat’ı Vedat’ın arkadaşlarının arkadaşı sanmıştım, yani onların Murat’ıdır diyerekten ses etmiyordum. Yanımızda bulunması rahatsız edici olsa bile arkadaşlarımın Murat’ına katlanıyordum. Lakin Murat boş durmuyordu arkadaşlar. Hiş bir cümleme henüz nokta koyamadan, benim hepsi benim ve birbirinden değerli, onların hem ş’si hem ç’si olduğum, onları c’siz ve J’ den yoksun tek başıma beslediğim, evladım cümlelerime müdahil oluyor, bu yetim cümlelerim henüz büyüyemeden onları kendi eğrelti kelimeleriyle kopartıp beni fitil ediyordu…


Ayrıca bu kılkuyruk her konuşmasında kendini methediyor, benim inşaat mühendisi Vedat’ın ise kontrol mühendisi olması, O’nun yalanlarında elektrik ve inşaat mühendisliklerinin birleşmesiyle bir yastıkta kocuyorlardı… Ki gürbüz çocuk murat haberleşmenin bilmediğim bir alanında Türkiye’de ki ilk makaleyi yazıyor, kim bilir naylon stajını da dünya devi bir inşaat şirketinde yaptığını dile getirerek bize yutturuyordu naylonu… Her yaptığını söylediği zımbırtılardan sonra da bizim takdirimiz bekliyor, bir on saniye öyle gururlu bir gülümsemeyle donakalıyordu… Biz ise takdiri teşekkürü umursamıyor Murat’ın gamzelerinde kaybolup, boğulup gidiyorduk.

..................................................................................

-3-

Sincap George Bush’la tavan yapan neşem Murat’ın gamzelerinde göz göre göre eriyip yok oluyordu. Buna izin veremezdim arkadaşlar, bu kadar kolay olamazdı ve ben bu kadar güçsüz olmamalıydım… “Hadi ben bu kadar güçsüz ve aciz olabildim, en azından bir başka güç mevcut olmalıydı beni bu Murat kopilinden kurtaracak” diye düşünürken bir sesle koptum Murat’ın gamzelerinden.

Arkadaşlar hani güneşin o yakıcı ve karşı koyulmaz ışınlarına mukavemet edemeyen limonlu dondurma gibi eriyen kenarlara akan neşem, mutluluğum mor ve bir o kadar daha mor, yani mor ve ötesi bir pantolonla yeniden kendine geliyordu. Gözlerimi mor pantolondan ayırıp bu pantolonun sahibine doğru kaldırdığımda ise… İçimde bir hüzün bir mutluluk - sanki ne olacağını bilemeyen bahar havaları gibi bir yağmur bir güneş - hüzünle karışık bir mutluluk - yani anlatılmaz arkadaşlar - bir içi beni, dışı seni yakar mutluluk…

Ve o gözler arkadaşlar sanki o ana dek tekerlekli sandalyeye bağımlı Klara’yı ayağa kaldıran Heidi gibi, mutluluğumun Heidi’si olmuştu…

Bir an olsun donup kalmamdan sonra anca anlayabilmiştim bana bir soru yöneltildiğini… Sanırım mor pantolonlu kız ya da Heidi ve arkadaşları onlara kas gücü sağlayacak, deniz bisikleti alanında en az beş yıl deneyimli, hiç olmadı ayakları pedal görmüş bir Peter arıyorlardı. Hemencecik bu ilana başvurur gibi oldum sevgili hala çocuk kalabilen adaşlarım ama direkte “ beni alın, beni seçin” diyemezdim yaaa…
- Arka tarafta oturmak kaydıyla kabul ediyorum teklifinizi gibi (şu an çok net hatırlamıyorum) saçma bir espriye giriştim önce, anlaşılan henüz Murat’ın etkisi tam olarak geçmemişti…

Buna mukabil biraz ağırdan alıp naza çekeyim kendimi, peşinden gelen “ hadi biberle bakalım pedalları” diye ilk söylemlerinde de kabul ederim bu tekliflerini diyerekten beklemeye koyuldum…

Bana bu direkt evet dedirtmeyen şey, biraz ağırdan almanın yanı sıra, biraz da korkuydu arkadaşlar. Bir saat boyunca dört bir yanım Muratla sarılmıştı… içimde beyin fırtınaları kopmasına rağmen dışımdan tek kelime etmemiş olmamın ve mor pantolonlu kızın yanında hebeleyip hübelemenin, ya da O’nun yanında bir tek kelime dahi edemeden deniz bisikletiyle birlikte kıyıya vurmanın korkusuydu bu …

.......................................................................................

-4-

Ve yapamadım türkü dostu, edebiyat tutkunu güzel insanlarım. Ben, kadim dostum Vedat , Vedat’ın arkadaşı ve artık kader ortağım olan Burak ve de tabi ki gamzeli Murat hep beraber bir deniz bisikletine binerek mor pantolonlu kurtarıcımdan uzaklaşırken pedalları ardı ardına daha hızlı daha hızlı olarak Muro çeviriyordu…

Yarım saat boyunca Marmara bölgesinin bu güzel gölünde dört dolaştıktan sonra kurtarıcıma biraz daha yakın olabilmek adına, Murat’ı şöyle bir itleyerek pedalları ben ayağa geçirdim ve doğruca Heidi’min bisikletine doğru sürdüm atımı…

Aklımda kalan bir enstantane arkadaşlar, ben pedallara yüklendikçe mor pantolonlu kızın gülümsemesi ve ellerini havaya kaldırarak gayet neşeli bir tavırla bana doğru, in- out lardaki out işaretini yapmasıydı… Kurtarıcımdan gelen bu işaret, Samiyen’de büyük Beşiktaşı’mıza beraberliği getiren Delgado’nun golü gibi beni tekrar umutlandırırken, Muro ise arkamdan çektirmek suretiyle ilerlememe engel oluyor, pislik Cüneyt Çakır gibi hem delgado’mu oyundan atıyor, beni de 10 kişi oynamaya mahkum ederek yordukça yoruyordu.

Artık adım atacak halim kalmamış, pili biten oyuncak ayılar gibi bir kenara yığılıp kalmıştım. Büyük bir yeis içinde sonumu kabullenip, kaderime küfür ediyordum dostlarım… İçimde dolup taşan bu köpüklü küfürler, bazen dişlerimin arasından belirli belirsiz “mınako” şeklinde dışarıya çıkıyordu… Bu kelimelere bir anlam veremeyerek “ifeenim” diye cevap veren Cüneyt Çakır Muroya ise “nanamı murat nanamı” diye karşılık veriyordum. Bu serzenişlerim ve bu küfürlerim de, kaybolan hepimiz gibi, bizimle aynı kaderi paylaşarak, muratın gamzelerinde ki kara deliklere doğru akıp gidiyordu. Tüm bunlar olup biterken ise mor pantalonlu kız her şeyden habersiz ordan oraya koşturuyor, etrafına gülücükler saçarak aklımın fotoğraf albümündeki yerini alıyordu…

Ben ve arkadaşlarım Murat etkisiyle pili biten ayılar gibi erkenden yorgun ve bitap düşerek bu yarıştan koparken…

Neyse bu konulara hiç girmeyeceğim… ya daa aramızda kalmak şartıyla:)

Nerde kalmıştım biz yarıştan koparken alkali duracell piliyle ve “can” lı herhangi bir ismiyle (Burada Can’ın yanında hangi anlamsız harflerin yığıldığının bir önemi yok, mühim olan candır, gerisi teferruat) enerjisi bitmediği gibi etrafına da yayan bir minicik ayıcık ipi göğüsleyeceğe benziyordu. Sonuçta o Gitarcandı bizler ise Ahmet, Vedat… Gerçi Muratsız bir Ahmet ormanda beş Can gücüne, on Berke sempatikliğine eşdeğerdir ama gelin görün ki Muratla bir yalın, safi, pür Ahmet bile olamıyordum.

Bu arada (Bu da aramızda kalsın ) kendisine verilmiş bardak dağıtma görevini kutsal bellemiş, insanlara hizmeti temel edinmiş, boğazına sardığı atkısını bir an olsun bile çıkarmayarak bizim kendisine mösyö diye hitap etmemize de olanak vermiş uzun arkadaşımız da güvenli ve uzun bacakları sayesinde fuleli adımlarıyla bu yarışta Gitarcan’ın yanında ilerliyordu.Yarış bu ikiliye güzel iken bizler artık dönülmez akşamın ufkundaydık arkadaşlar… Akşam olmuş vedalaşma zamanı geldiğinde, mor pantolonlu kıza hiş bir şey söyleyemeden sadece bakarak veda ettim…Tabi hafızamda onun gülümseyen görüntüleriye:):):)

........................................................................................................................


-5-

Bu hikaye gerçek bir hayattan uyarlanmış olup, hikayede geçen isimler birebir doğrudur… Hayatımı karartan şahıs bizzat Murattır…

Murat ve gamzeleri birbirlerinden ayrılarak yolarına devam etmişlerdir… Özerkliğini ilan eden Gamzeler şu an Türkiyenin enerji ihtiyacını, yıllarca içine çektiği masum insanların gücünden alarak karşılamaktadır… Murat ise gamzesiz olamamış, yüzü bomboş kalmış, dımdızlak yapamamıştır. Bana neyse Murattan, adı batsın…

Gitarcan en son Y.T.Ü yıldız kampüsü tonozda etrafındaki insanlara çakma cem yılmaz esprileri yaparken görülmüştür. Duracell pil Gitarcanın dolabında olmazsa olmazı, Gitarcanlığın ilk şartıdır.

Mösyö ona verilen görevin bilincinden sıyrılamamış, görevini yerine getirmiş olmanın gururu ona ulaşım sektöründe bir şeyler yapmaya, tüm varlığını ortaya koymaya teşvik etmiştir. Kendisiyle Trabzon’a giden güzide bir firmamızın otobüsünde tesadüf gelip, biraz laflamış bulunmuşturum (böyle bi kelime yok ama olsun). ”Ona heyhat ne berbat bir gündü di mi azizim, keşke o güne tekrar dönebilsem ve yılanın başı küçükken ezip, her şeyi daha en başından değiştirebilseydim” dedikçe o bana “çay, kola, sarı, püsküü, gofret” demiştir. Ne görev bilinciyse artık.

Ahmet ise o akşam yaşadıklarını haylaz arkadaşlarına anlatıp, saçındaki mendilleri tülbentleri şöyle bir silkeleyip, adak adayan dostlarının tuttukları küp şekerlerden birer tane aldıktan sonra geri dönülmez yolculuğuna başlamıştır… Bu yolculuk onu Trabzon’a kadar getirmiştir. Daha önce hiç görmediği, alakadar olmadığı, tanımadığı Murat gibi, Trabzon’da ona bir o kadar yabancıdır. Bu kaderin bir oyunu ve her şey Murattan sonra şekillenmiş olmalıdır. Belki de Murat olmasa ve Mor pantolonlu kızla Ahmet’imiz bir tanışabilse Trabzon sadece Trabzon olarak kalabilecektir Ahmet için…

Mor pantolonlu kız ne yapmaktadır? Kimdir? En son nerde ne zaman görülmüştür? Bu hikaye zaten tarihin tozlu raflarından çıkartılarak, tüm bu sorulara cevap bulmak için yazılmıştır:):):)

SENİNLE ORTAK BİR ŞEHİR...

Aynı şehirde, aynı bulutların altında ve güneşli bir günün ardında kalan sıcak akşam saatlerinde, eski ve ahşap bir evin penceresinden, birbirlerine bakmadıkları zamanlarda, binalar arasından denize kaçan dar bir sokağı seyre dalan iki sevgili, iki güvercin… ve aralarında oynadıkları bir oyun….

Belli ki daha önceki sıcak yaz akşamlarında da oynamışlardı bu oyunu, bu iki paytak sevgili, ağzı laf yapıyordu her ikisinin de. Tecrübeleri, başlarını ileri geri yaparak coşma olsun, bir sağ ayakları bir sol ayakları üzerine kendilerini bırakarak sallanmaları olsun ve çıkardıkları, insanlar için anlamsız kendileri içinse mananın ta kendisi ötüşlerle olsun, tecrübeleri her hallerinden belliydi…

Bu dar sokakta bulunan her şey, onların oyununun bir parçası, bu oyunun bir dâhiliydi. Pos bıyıkları ile Süper Mario’yu anımsatan sokağın bakkalı, köşe başlarında ellerinde gazozlarıyla beklemeye koyulan köşe başı gençleri ve onların önünden geçen “ köşe başı gençleri” tarafından beklenen, “beklenilen kızlar”…

Kendi küçücük akıllarıyla tüm bunları yani sokağı dile getiriyordu iki güvercin oyunlarında… Bu kişilerin üstünde bulunan kelime baloncuklarını kendi küçük gözlerinden dolduruyorlardı. Lakin sokağın tüm bu eski yüzleri güvercinlerin daha önceki oyunlarında yerlerini almışlardı. Yeni yüzlere ihtiyacı vardı bu setin…

Saatlerce beklemenin nihayetinde sokak başında beliren iki silueti fark eden, grili- siyahlı tüyleri ve kahverengi gözleri olan hafif toplu erkek güvercinimiz, bembeyaz kardan beyaz zevcesine dönerek gülümsedi.

“Binaların arasında sıkışan dar bir sokaktan denize inmeyi düşünen, akıllarındaki soru işaretlerinden birbirlerini tanımadıkları, meraklı gözlerinden ise birbirlerini tanımak istedikleri anlaşılan, yan yana yürüyen ama el ele tutuşamayan bir adam ve bir kadın. Yani ne bir yabancı kadar uzak, ne de sevgili kadar yakın. ” dedi apalak alacalı güvercin…
ve oyunu başlattı…

…………………………………………………………………………………………………

Adamın yüzünde taşıdığı belli belirsiz bir endişe ve bu endişeye sebep olan istek, bu güvercin tarafından fark edilmiş olacak ki “ ortak bir şehrimiz olabilse” kelimeleri bu oyununun ilk kelimeleriydi…

- Seninle bu şehrin en işlek caddelerinden birinde bulunan eski yığma bir binanın en üst katında ki, manzarası, ufukta deniz, ön planda ise ağaçlı bahçesi ile eski bir lise olan kafede karşılıklı oturup, yabancı uyruklu garsonumuzdan iki Schweppes mandalina istemek... Diye ekledi sokak kökenli alacalı güvercinimiz ki Schweppes mandalina en sevdiği içecekti sokak güvercinlerinin… “ ve saatlerce senin o tok ama etkileyici sesini, ilk kez o güneş gözlerine bakarak dinleyebilmek…”

Kardan beyaz kırmızı gözlü küçük hanım uzaklarda sokak arasından görülebilen denize bakıp iç geçirerek (anlaşılan kendisini iyice rolüne kaptırmıştı bu romantik güvercinimiz.) karşılık verdi eşine.

- Farklı deniz kıyılarında ben senin yeşil, sen benim güneş gözlerimi düşünürken birbirimize kadeh kaldırmak. Aynı şehirde bu dar sokağın sonlandığı kayalıklarda içkimizi yudumlarken düşündüğümüz o gözlerle karşı karşıya kalmak…

Ne Süper Mario Bakkal, ne köşe başı gençleri, ne de beklenen kızlar. Bu oyun setinde bulunan insanlardan sadece ikisi fark etmişti güvercinlerin dansını. Yukarıdan gelen seslere erkek güvercinimiz bir yenisini daha ekledi…

- Seninle bir Pazar günü aynı yerel saatte bir siyah zeytine çatal sallayabilmek. O Pazar günü farklı iki hesap yerine tek bir hesabı ödeyebilmek.


Bir önceki cümlesinde ateşi çok bulmuş olacak ki romantik küçük hanımımız bir sonraki cümlesinde esprili bir yaklaşımda bulundu ve peşi sıra kikirdedi.

- Farklı şehirlerin yollarında trafiğe takılıp ayrı ayrı “pufff” lamak yerine, sıkışan trafikte bizimle aynı otobüste bulunan emo ya bakıp bu zat-ı “Nasıl? Niçin? “ diye yolculuk boyu irdelemek. “ K “ leri “ G” diye telafusundan Angaralı olduğuna kanaat getirmek.

Adam ve Kadın başlarını yukarı kaldırmış ayakları üzerinde sallanan ve sesler çıkartan güvercinlere bakarken, uzun süredir aralarında olan sessizliği güzelliği ile kendine güvercinleri bile hayran bırakan kadın bozdu.

- Keşke aynı şehirde olabilseydik.

Bu cümlenin devamını kendine aşağıdaki iki insanı hayran bırakan erkek güvercinimiz getirdi.

- Seninle farklı yağmur damlaları altında ıslanmak yerine aynı bulutun çocuklarına teslim olurduk.

Birbirlerine ne yabancılar kadar uzak ne de sevgililer kadar yakın bu iki kişi yan yana sahile doğru ilerlerken, güneş gözlü güvercinimiz arkalarından son cümleleriyle bu oyunu bitirdi.


- Sesteş bir kelime Güneş.
Her şehre farklı doğan tek bir güneş.
Her şehirde farklı anlam bulan tek bir güneş.
Asıl olan her sabah seninle aynı güneşe uyanabilmek.


Hep ortak paydada buluşsak da, ortak bir şehirde buluşmak üzere… Belki bizde binalar arasına sıkışmış dar bir sokaktan denize inerken, pencere önünde sokağı seyre dalmış iki güvercin fark eder ve yeni bir oyuna başlarız…

Followers

Sık kullanılanlar